“X-Men” serisinin 9. filmi, “Wolverine” serisinin ise 3. filmi olma özelliği taşıyan “Logan” için açıklandığından beri pek bir beklentim olmadığını belirtmeliyim. Bunda Hugh Jackman’ın “The Wolverine” filminde çalıştığı yönetmen James Mangold ve senaristlerle beraber bu filmi yapacağını öğrenmemin etkisi oldukça fazla. İlk yarısı oldukça potansiyel taşıyan bir film olmasına rağmen stüdyo kurbanı olan ikinci yarısıyla büyük bir hayal kırıklığı yaratan “The Wolverine”den sonra Jackman ve Mangold “Logan”la sinema severlere öyle bir film veriyor ki demek ki istenildiği zaman bu iş tam anlamıyla olabiliyormuş diyorsunuz.

“Logan”, “The Dark Knight / Kara Şövalye” üçlemesine yaklaşabilen tek çizgi roman filmi olabilir. Stüdyo etkisinin neredeyse hiç hissedilmediği film resmen bir aşk mektubu niteliğinde. Karakteri hiç olmadığı kadar yaşlı, yorgun ve incinmiş bir şekilde izleme şansı bulduğumuz filmde bir yandan kanser gibi tehlikeli hastalıklarla savaşan bir bireyin metaforu yapılırken, diğer yandan da aile temasının önemi vurgulanıyor. Görsel efektlerin olabildiğince minimum bir şekilde kullanıldığı, stüdyo veya gişe yapma derdi bulunmadığı için sadece çizgi roman hayranların memnun edecek süslü ve renkli karakterlere yer verilmediği “Logan”, mutant karakterlere yapılmış organik dokunuşlarla realizmin doruklarına çıkmış gelmiş geçmiş en iyi neo western filmlerinden biri olarak öne çıkıyor. Açıkçası “Logan”dan sonra son zamanlarda yapılan tüm Marvel ve DC filmleri size çizgi film gibi gelecek.

Diyaloglarına kadar özen gösterildiği belli olan “Logan”da bir yandan da hayatına giren herkesi kaybeden karakterin en büyük düşmanının kendisi olduğunun metaforu yapılıyor. Kızı olduğunu öğrendiği Laura’nın asla kendisi gibi katil olmamasını isteyen Logan’ın klonuyla karşılaştığı sahneler şok edici olmakla beraber fazlasıyla da anlam yüklü. Başta “Shane” olmak üzere Mangold’un eski western filmlerine referanslar gönderdiği filmde sahneleri bu kadar anlamlı kılan en önemli etkenlerden biri de Marco Beltrami’nin enfes besteleri. Özellikle “Main Titles” ve “Eternum” parçaları Oscar’lık.

Hugh Jackman’ın artık karakterine yakışmaktan öteye giderek bu sefer “gerçekten” oynadığı filmde ünlü aktörün kariyerinin zirvesinde bir performans sergilediğini belirtmeliyim. Gerçekten Oscar’ı sonuna kadar hak ediyor. Yorgun, yaşlı ve hayattan ümidi kesmiş karakteri izlerken seyirci olarak karakterin çektiği tüm acıları iliklerinizde hissediyorsunuz. Jackman’ın cenaze sahnesinde ağladığı performansı yüreğinize işliyor. “R rated” yani 17 yaş sınırının fazlasıyla yerinde kullanıldığı film sayesinde ilk defa gerçekten “Wolverine” filmi izleme şansı buluyoruz. Çoğu yaş sınırı bulunan aksiyon filmlerinin aksine şiddet içerikli görselleri karakterlerin vahşi yapılarını hissettirecek kadar kullanan “Logan”, stüdyoyu böyle bir film yapmaya sonunda ikna edebilen Hugh Jackman’a daha fazla saygı duymanızı sağlıyor. Aynı şeyler Profesör X olarak tekrardan kamera karşısına geçen Sir Patrick Stewart için de geçerli. Stewart sadece en iyi Profesör X değil aynı zamanda kariyerinin de en iyi performanslarından birini veriyor. En iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar adaylığını sonuna kadar hak ediyor. Ve tabii Dafne Keen’i unutmamak lazım.

Özetlemek gerekirse; stüdyo ve Oscar derdi olmayan sinema tarihini değiştirecek bir film olan “Logan”, senaryosundan oyunculuğuna kadar sevgiyle yapılmış bir film. Hugh Jackman’ın aynı karakteri oynamasına rağmen Oscar’lık bir performans sergilediği filmi izledikten sonra yakın zamanda yapılan tüm çizgi roman filmlerine daha farklı bakmaya başlayacaksınız.

NOT: A