before-midnight-filmdoktoru-posterYurt dışında olduğum için katılamadığım 32. İstanbul Film Festivali’nde kaçırdığım filmlerin sayısı oldukça fazlaydı. Neyse ki, yerli yapımlar hariç kaçırdığım iki film dışındaki tüm ABD yapımlı filmleri neredeyse izledim. 32. İstanbul Film Festivali’nde İzlenmesi Gereken 10 Film listemin zirvesinde bulunan “Before Midnight / Geceyarısından Önce” ise kalan iki filmden biri olması sebebiyle vizyona girmesini sabırsızlıkla beklediğim filmlerinden biriydi. Ve sonunda izleme şansı bularak yılın en önemli filmlerinden birini de aradan çıkarttım.

Richard Linklater’in 1995 yılında “Before Sunrise / Gün Doğmadan Önce” ile başlattığı 2004 yılında “Before Sunset / Gün Batmadan Önce” ile devam ettirdiği “Before” serisinin üçüncü filmi olan “Before Midnight / Geceyarısından Önce”yi bu senenin “Moonrise Kingdom / Yükselen Ay Krallığı” filmi olarak tanımlamak mümkün. Özellikle başarılı bir şekilde kaleme alınmış senaryosuyla öne çıkan filmde Linklater’in önceki filmlerinde de hissedilen Woody Allen etkisini bu filmde de görmek mümkün. Fakat üçlemenin bir önceki filminde de olduğu gibi Allen’ın samimiyetinden tamamen yoksun ki, film bir yerden sonra kendini ideallere fazla kaptırarak neyin doğal ve gerçekçi olduğunu unutuveriyor adeta. Yine de modernite eleştirisiyle oldukça önemli bir sorunu gün ışığına çıkaran filmin yılın başarılı filmlerinden biri olduğuna şüphe yok.

Jesse (Ethan Hawke) ve Celine (Julie Delpy)
Jesse (Ethan Hawke) ve Celine (Julie Delpy)

Ethan Hawke ve Julie Delpy’nin Jesse ve Celine olarak üçüncü kere kamera karşısına geçtikleri “Geceyarısından Önce”de karakterlerimiz “Gün Batmadan Önce”yle ipucu verdikleri ilişkilerinin üzerinden 9 sene geçtiğini görüyoruz. Yıllar geçtikçe olağanüstü derecede entelektüel bir çift haline geldiklerini gördüğümüz film, önceki filmlerde olduğu gibi yine bir gün içerisinde geçiyor. Peri masalı niteliğindeki ilk filmdeki saflığı ve sadeliğiyle seyircinin gönlünü alan Jesse ve Celine’in ikinci filmle başlayan çok bilmiş tavırları ve genellemeleri bu filmde artık tavan yapıyor. Kadın-erkek ilişkileri hakkında neredeyse “doktora”sını yapmış karakterlerin yine ikinci filmle artışa geçen seks takıntısı ise filmin en rahatsız edici tarafı. Celine’in seviyesiz cinsel içerikli şakalarının bir türlü bitmek bilmediği filmin başındaki masa başındaki yemek sahnesi açıkçası izlediğim en yapay sahnelerden biri olabilir. Masadaki iki gencin sıradan aşk hikayelerinin ardından üç nesilin de bir anda aşk ve sevgi üzerine konuşmak yerine “seks” konuşmaya başladığı bu sekans sanırım senaristlerden birinin kafasını Freud’la bozmuş olduğu anlamına geliyor. İlk filmin ardından Hawke ve Delpy’nin senaryoya el attığını düşünürsek bu işte Linkater’ın parmağı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Öte yandan, karakterlerin kavga ederken adeta lügat parçalamalarını da hiç gerçekçi bulmadım. Hani o hayatın anlamının elden gitmemesi için savaştığınız, hayatın birden basitleştiği ve birden kendinizi tanıyamadığınız hale geldiğiniz kavga anında açıkçası Dostoevsky, feminizm veya kadın-erkek genellemeleri gibi entelektüel konuların en azından bu kadar rahat akla gelmeyeceği yaşayan herkesin rahatlıkla bileceği bir detay.

Filmin en beğendiğim tarafı ise moderniteyi ve moderniteyle uyuşan bireyciliği oldukça ağır ve güzel bir şekilde eleştirebilmesi. Yıllar geçtikçe kendilerini geliştiren karakterlerin kendi ayakları üzerinde kalabilmek için ideallere saplantılı kaldıklarını gördüğümüz filmde düşünceleri uğruna mutluluğu defalarca kenara ittiklerine tanıklık ediyoruz. İdeolojileri nedeniyle evlenmeden ilişkilerine devam etmeyi tercih etmiş çiftin durmadan bir mücadele içinde olduklarını seyirciye gösteren Linklater, bu durumun bireyler üzerinde sonsuz yorgunluğa yol açtığını savunuyor. Film içerisinde bu tarz ufak, ama zekice düşünülmüş detaylarla eleştirisine başlayan yönetmenin asıl kozu ise otel odası sahnesinde ortaya çıkıyor. Birbirlerinden üstün olmak için çabalayan Jesse ve Celine’in yalnız kaldıkları anda kavga etmeye başladıkları bu sahnede karakterlerin zamanla ağır basan bireycilik felsefelerinin beyin ile kalp arasında açtığı büyük savaşı tüm çarpıcılığıyla izliyoruz adeta. Linklater’ın dışardan “mükemmel” çift izlenimi veren Jesse ve Celine’in arasında zamanla artan güvensizliğin yol açtığı gizli kıskançlığı seyirciye sunduğu bu sekans açıkçası filmin doruk noktasını oluşturuyor diyebilirim. Modern olduğunu savunan Celine’nin sağlıklı bir ilişkinin yaratacağı doğal kıskançlığını modernitenin arkasına sakladığı bu sahnede karakterin kıskanç olmadığını söylemesine rağmen Jesse’nin başkasıyla ilişkiye girip girmediğini zorla öğrenme çabası ise her şeyi özetler nitelikte. Tabii, aldığı cevapla verdiği tepki de bu durumun en güzel kanıtı olsa gerek. Bu arada, aynı sorundan muzdarip Jesse’nin de kıskançlık durumunun hiç farklı olmadığını belirtmek gerek. Öte yandan, içerik olarak olmasa da genel hatlarıyla gerçekçi bir tartışma sahnesi ortaya koyan Linklater, partnerlerin tartışma anındaki rollerini de oldukça gerçekçi bir şekilde seyirciye sunmuş.

Jesse (Ethan Hawke) ve Celine (Julie Delpy)
Jesse (Ethan Hawke) ve Celine (Julie Delpy)

Sonuç olarak ideallere kendini fazla kaptırarak entelektüel, ama aynı zamanda ukala bir tavır sergileyen “Before Midnight / Geceyarısından Önce”, ilk filmin samimiyetinden ve saflığından yoksun bir film. Buna rağmen modernite ve bireycilik kavramlarını muhteşem bir şekilde eleştirerek yılın başarılı filmleri arasına rahalıkla girmeyi başaran filmdeki otel odası sahnesi oldukça etkili. Yine de ikinci filmde seviyeli olmasına rağmen bu filmle tavan yaparak takıntı haline gelen “seks” teması filmin en rahatsız edici özelliği olarak kendini gösteriyor.

Oscar Adaylıkları

  • En İyi Senaryo: Richard Linklater, Julie Delpy, Ethan Hawke

Yönetmen: Richard Linklater
Senaryo: Richard Linklater, Julie Delpy, Ethan Hawke
Oyuncular: Ethan Hawke, Julie Delpy
Görüntü Yönetimi: Christos Voudouris
Kurgu: Sandra Adair
Orijinal Müzik: Graham Reynolds
Süre: 109 dk.
Ülke: ABD

NOT: C+

Yorumlar

Loading Facebook Comments ...