David Fincher kariyerine müzik videoları ve reklam filmleri çekerek başladı. Hollywood’daki ilk büyük başarısı 1995’in Se7en filmi diyebiliriz. İki sene sonra Michael Douglas’ın başrol oynadığı The Game (1997) yerini sağlamlaştırırken, asıl bomba 1999’da Chuch Palahniuk’un kitabı Fight Club’ı uyarlamasıyla patladı. Sinema tarihini birçok insan için değiştiren, kült filmlerin babası ve akıllara kazınmış twistiyle meşhur Fight Club, Fincher’ın endüstrideki yerini taşa kazıdı. Kariyerinin başından itibaren Fincher ondan beklediğimiz kaliteyi şaşmadan bize sunmaya devam etti.

5. THE SOCIAL NETWORK (2010)

Social Network
“You’re not an a∗∗hole, Mark. You’re just trying so hard to be”

The Social Network filmseverleri gafil avlamış, senenin en sürpriz olan filmiydi. Ne olursa olsun bu filmin 8 dalda Oscar adaylığı alıp, bunun üçünü kazanacağını kimse tahmin edemezdi. Evet projenin başında David Fincher vardı. Müzik Atticus Ross ve Trent Reznor’un fazlasıyla yetenekli ellerine emanetti. Kariyerine yeni başlayan iki aktör için de (Jesse Eisenberg, Andrew Garfield) hayatlarının fırsatıydı. Lakin, film Mark Zuckerberg hakkındaydı! Ne kadar ilgi çekici olabilirdi ki? Fincher’ın fanatik hayranı olmama rağmen benim bile hiçbir beklentim yoktu. Sadece Trent Reznor’un, Lost Highway’i saymazsak (ki saymamalıyız) ilk film müziği denemesini duymak için heyecanlıydım.

Karşımıza inanılmaz bir atmosfer ve muhteşem kurgulanmış bir ambians çıktı. Herhangi bir hikayeden farkı olmayan bir başarı öyküsü, ustaca uyarlanmıştı. Daha sonra kalıplaşacak olan Jesse Eisenberg’ün klasik hiperaktif ve OCD karakteri o kadar başarılıydı ki (mmmhhm…Oscar adaylığı) karşımıza tipik bir bilgisayar kurdu değil, kat kat derinlikleri olan bir adam çıkıverdi. David Fincher’in usta yönetimi, muazzam bir görüntü yönetiminin harmanıyla hepimizi büyüledi. Aynı zamanda The Social Network’e, Fincher’ın modern stili ve imzasının belirlendiği–oturduğu film de diyebiliriz. Trent Reznor ve Atticus Ross kesinlikle sonuna kadar hak ettikleri Oscar’ı eve götürmekle birlikte, Fincher’la Nolan-Zimmer ikilisini andıran muhteşem bir takım haline de geldiler.

Beklenen reklam filminin aksine, senenin en iyi 5 filmi ve David Fincher’ın kariyerinde dönüm noktası olan bir film aldık.

4. SE7EN (1995)

Se7en

“WHAT’S IN THE BOX?! WHAT’S IN THE BOOOOOOOX???!!!!”

Se7en’dan daha iyi bir seri katil temalı film söyleyebilir misiniz? Dedektifler Somerset ve Mills, 7 ölümcül günahı modus operandi edinmiş bir katilin peşine düşer ve karşımıza en detay odaklı, derin ve sürükleyici suç-gerilim filmi çıkar.

‘Sloth’ sahnesinin twistine iki reaksiyon vardır: Korkudan rengi atanlar ve yalan söyleyenler.

Se7en gerek dedektif partnerler, gerek seri katil kovalama gibi arketipik kurguları klişeden rahatlıkla uzaklara çekerek, ferah bir perspektif sunmuştur. Karakter ilişkileri ve senaryo açılımının organikliği bunun mimarıdır. Seyirci, dedektiflerle aynı tempoda kurguya ekspoze olur ve birkaç ipucu sahneyle dedektiflere bilgi üstünlüğü sağlar. Bu hikayenin doğal açılımına yol verir ve seyirci ile karakterler arası samimiyeti korur. Somerset’in gözünden Mills’in ev bariyerini aşmamız, eşiyle tanıştırılmamız da empatik bir bağ kurarak bizi sondaki nakavt yumruğuna hazırlar. Her adımı ve sahnesi dahice hazırlanmış bu efsane film Fincher’ın imzasının oturmaya başladığı ve ileri filmlerde de görebileceğimiz ikonik çekim tarzı ve renklerinin oturduğu filmdir.

Katil odaklı suç türünün modern babası olan ve adeta bir şarap gibi yaşlanan Se7en, David Fincher’ın en başarılı ve efsane filmlerinden birisidir.

 

3. THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO (2012)

The Girl With The Dragon Tattoo

“Hold still. I’ve never done this before, and there will be blood.”

Stieg Larsson’ın ‘The Girl’ romanlarının post-mortem başarısı İsveç yapımı bir filmle sinema sektörüne tanıtılmış ve büyük başarı edinmiş fakat epik boyut ve Hollywood bütçesinden yoksun kalmıştı. Romanı okuyanlar Agatha Christie ve Sir Arthur Conan Doyle’ı aratmayacak örümcek ağı gibi işlenmiş bu muhteşem hikayenin özgünlüğünü bilir. Kitapların büyük hayranı olarak, ben de ne zaman bu kurgunun hak edeceği kalite ve çapta bir film yapılacağını merak ediyordum.

İsveç’in son 20 senedir en soğuk kışlarından birinde çekilen filmin başarısı gerçekçiliğine dayanıyor. Bir hayal dünyası ve kurguda yer almaktansa, sanki belgesel izliyormuş kadar ciddiye aldırıyor kendini. Irreversible’dan sonra en rahatsız edici tecavüz sahnesinin çekimleri sırasında vücudunun her yeri yaralanan Rooney Mara’nın duş sahnesindeki yara ve morlukların gerçek olması ve saldırgan Bjurman’ı oynayan Wageningen’in çekim sonrası kendini 24 saat boyunca otel odasına kapatıp ağlaması da gerçekçiliğine bir vasiyettir. Senaryoyu 6 ayda uyarlayan (ki bu standartlara göre uzun bir zaman) Steven Zaillian kusursuz bir adaptasyon sunuyor seyirciye. Romandan acımasızca kesilmiş bölümler 158 dakikalık bu epikte kitabı okumayanlara eksikliğini hissettirmiyor. Fakat Robin Wright’ın İsveç’ten çok Rus’u andıran berbat aksanı hariç, bu düzenlemeler romanların hayranlarını üzen tek eksik oldu.

Kadro seçimi film cennetinden bir efsane gibi. İlk İsveç yapımı filmde başrol oynayan Noomi Rapace’ın tekrar bu rolü üstlenmesi için kalkınan hayran kitlesini aktrisin geri çevirmesiyle birlikte, Jennifer Lawrence gibi birçok ünlü isim reddedildikten sonra, David Fincher’ın bir diğer projesi House of Cards’dan tanıdığımız Kate Mara’nın kardeşi Rooney Mara seçilir. Rooney Mara rolüne 7 ay hazırlanarak kariyerinin performansını sergiler ve Lizbeth Salander karakterinin vazgeçilmez temsilcisi olarak damgasını basar. Aktris rolü için adeta tanınmaz hale gelir. Mükemmel casting seçimlerini ilerletecek olursak, James Bond rolüyle ilk başta programları çakıştığı için rolü kabul edemeyen Daniel Craig, Fincher’la olan casting görüşmesini Tin Tin setinde bir prezervatifi andıran motion-capture kostümüyle yapmıştır. Rezil olduğunu ve role kabul edilmeyeceğini düşünen Daniel Craig, bu filmle çok büyük bir başarıya adım atmıştır. 2006’dan beri belki de gelmiş geçmiş en ikonik karakter olan James Bond’un elçisi Craig’in TGWTDT’da Bond olduğunu tamamen unutuyorsunuz. Typecasting zincilerini parçalayan Craig, seyircinin bu yönde işini kolaylaştırmak için, Blomkvist karakterini oynamadan önce kilo alıyor ve Bond karakterinden kendisini koparıyor. Stellan Skarsgård, Christopher Plummer ve House of Cards’dan Claire Underwood karakteriyle bilinen Robin Wright’da kadroda daha iyi bir seçim olamayacağına inandırıyor bizleri. 

Fincher’ın berrak ve sade, The Social Network’de kazıdığı modernleşmiş ikonik stili bu filmde bir üst seviyeye atlıyor. Setler, çekimler ve görüntü yönetimi o kadar organik ki seyirciyi içine çekiyor. Trent Reznor ve Atticus Ross’un 39 parçadan oluşan, bir film için yazılmış en uzun soundtrack’i de bizleri bu atmosferin içine kelepçeliyor. Çok kuvvetli bir finale sahip olan bu 158 dakikalık başyapıtta karakterlere bağlanmamak, merak içinde kaybolmamak ve irkilmemek mümkün değil. Efsane filmleri o seviyeye taşıyan, filmin özgün imzasıdır, başka hiçbir filme benzemez. TGWTDT bunu rahatlıkla beceren bir film.

TGWTDT (her ne kadar kategorize etmekten çekinsek de), polisiye filmlerinin tacını 2012’de kafasına geçirdiğinden beri rekabet etmeye aday olan bir film olmadı.

2. GONE GIRL (2014)

Gone Girl

“We’re so cute, I want to punch us in the face.”

2012’de Gone Girl hikayesinin haklarını yazar Gillian Flynn’den alan Reese Witherspoon, filmi kendi yapım şirketi Pacific Standard ile çıkarmak istiyordu. Aklında Amy rolünü oynamak vardı. Fakat David Fincher’la görüşmelerinden sonra yönetmenin vizyonunu kendisininkinden daha başarılı bulup, hepimizin hayrına projeyi Fincher’a devretmeye karar verdi.

Fincher The Curious Case Of Benjamin Button‘dan beri uyarlama olan filmlerinin kitabını okumaktan kaçınıyor. Bu yüzden başarıyı garantilemek ve The Girl With The Dragon Tattoo’daki büyük kesimlerden uzak durabilmek üzere, senaryoyu filme uyarladığı kitabın yazarı Gillian Flynn’e devretti. Orijinal materyalin fikir anasının senaryodan sorumlu olması kadar müthiş bir fikir olamazdı herhalde.

Filmin 64 adaylığı arasında En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına aday olan Rosamund Pike, inanılmaz organik ve derin bir performans sergiliyor; Ben Affleck ise bu muhteşem gizem ve gerilimin katalisti olarak The Town ile başlattığı performans kalitesini sürdürüyor. Neil Patrick Harris’i de ilk kez Harold & Kumar’dan farklı, bu derece kaliteli ve büyük bir filmde görmek çok keyif verici. Casting seçimleri yüzüstü bırakmıyor seyirciyi.

Hikaye mükemmel işleniyor adeta elle dikiliyor gibi. Muhteşem görüntü yönetimi ve işlediği alt-temalarıyla gönlümüzü fetheden film, aynı zamanda Fincher’ın en başarılı modern yapımıdır. Son zamanlardaki ortaklılarını devam ettirerek Reznor & Ross ikilisi ise alıştığımız ve beklediğimiz gergin, eklektik, hatta ezoterik müzikleriyle film deneyimini başka bir boyuta taşıyor.

Kısaca Fincher gerilim/polisiye/gizem türünün modern kralıdır diyebilir miyiz? Deriz…deriz.

1. FIGHT CLUB (1999)

Fight Club

“Bob had bitch tits…”

Fuat’ın sözleriyle, “Nasıl anlatsam? Nereden başlasam?” Kült filmlerin dayısı, milyonların gençliğine şekil vermiş, şizofreni twist’inin Ademi bu magnum opus nasıl anlatılır söyleyin bana? Dünyada iki tür insan bulunur, Fight Club hayranları ve sinemadan bir halt anlamayanlar.

Kitaplarını takip edenler Chuck Palahniuk’un ne kadar yaratıcı bir yazar olduğunu ve ne kadar özgün kurgulara imza attığını gerek Survivor’la, gerek Choke’la görmüştür. Kitap dünyasından hiçbir zaman eksikliğini görmek istemediğimiz Chuck Palahniuk’un en başarılı kitabı Fight Club, David Fincher’ın da en başarılı filmi haline gelmiştir. 

Filmde başrol oynayan Pitt, Norton ve Carter üçlüsünün kariyerlerinin en iyi performanslarını sergiledikleri de  malum. Psikopat derecede easter egg ve minik gizli detaylarla dolu film her izlediğinde daha keyifli olduğu gibi adeta Toskana’dan bir Cabernet Sauvignon gibi yaşlanıyor. Tek twist üzerine kurulu olan filmin, eşlerinin aksine büyüsü kaçmıyor. Hatta bilerek izlerken bambaşka bir tecrübe sunuyor seyircisine. Henüz izlememiş olan arkadaşlarınıza da (ki bu insanlar son 17 senedir Papua Yeni Gine’de kabile hayatı sürüyordu herhalde) filmi izletirken ana dönüm noktasında reaksiyonlarını görmek başlıbaşına bir keyif.

Karakterler arası ilişkiler, hikaye gelişimi, öyküleme, akıl durduran görüntü yönetimi, oyuncu performansları ve Jim Uhls’un uyarlaması bu filmi çok rahat bir şekilde IMDb’nin en iyi 250’sinde ilk 10’a koyuyor. Muhteşem bir klasik olan bu canavar gibi filmi hak ettiği şekilde tanımlamak zor.

Fazla bile konuştum…ne de olsa Fight Club’ın ilk kuralı…

Yorumlar

Loading Facebook Comments ...