Filmekimi’nde gösterildiğinden beri izlemek için can attığım filmi de sonunda izleyerek 2012 filmlerinin sonuna geldiğimizi artık söyleyebilirim. Hala az da olsa önem taşıyan birkaç film daha var tabii ki; ama onların film sıralamasını, en azından önümüzdeki günlerde açıklayacağım Film Doktoru Ödülleri’ni pek etkileyeceğini düşünmüyorum. Ondan eğer beklenilenin üstün herhangi bir film çıkmazsa işte karışınızda 2012 yılına ait son eleştirim.
Uzun zamandır 2012’yi sonlandırmamak için beklediğim filmlerden biri olan ve iyi ki de beklemişim dediğim “Jagten” ingilizcesiyle “The Hunt / Onur Savaşı”, suçsuz bir adamın sahte çocuk tacizi suçlamalarına maruz kalıp yargısız infazına tanıklık ettiğimiz yılın en çarpıcı ve en iyi filmlerinden biri. Danimarka’nın 85. Akademi Ödülleri’nde ilk beşe kalan “En Kongelig Affære / A Royal Affair / Yasak Aş”a feda ettiği filmin Oscar’larda şansı ne olurdu bilemiyorum; fakat filmin “Yasak Aşk”dan çok daha iyi olduğu açık ve net bir şekilde ortada. Hikayesiyle oldukça önemli bir toplumsal soruna dikkat çeken film, ayrıca Michael Jackson’ın hala suçlu olduğuna inanan insanlara da gerçekten cevap niteliğinde. Özellikle Mads Mikkelsen’ın yılın başarılı erkek oyuncu performanslarından birini verdiği filmde pastel görüntü yönetimi de bir o kadar etkileyici. 65. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan filmin erkek oyuncu, ekümenikal jüri ve görüntü yönetimi ödülleri bulunmakta. Ayrıca, Thomas Vinterberg’in kariyerinde önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğüm filmin 66. BAFTA Ödülleri’nde de yabancı dilde en iyi film dalında adaylığı bulunduğunu belirtmek gerek.

Öğrencilerini fazlasıyla seven ve kendi haline sakin bir hayat yaşayan anaokulu öğretmeni Lucas’ın (Mads Mikkelsen) hayatına her şey güzel gitmeye başlamıştır. Boşandığı karısıyla oğlunun kimde kalacağı konusunda anlaşmış, hatta iş arkadaşı Nadya’yla (Alexandra Rapaport) güzel bir ilişkiye doğru yelken açmaya başlamıştır. Yıllardır arkadaşı olan Theo (Thomas Bo Larsen) ve diğerleriyle çıktığı keyifli geyik avları da cabası. Öte yandan, Theo’nun anaokulundaki kızı Klara (Annika Wedderkopp) ise öğretmeni Lucas’a karşı hisler beslemeye başlamış ve ona kalpten bir hediye hazırlamıştır. Evde abisi ve bir arkadaşı tarafından uygunsuz bir fotoğrafa maruz kalan Klara, o gün Lucas’ı ansızın dudaklarından öper. Durumun uygunsuzluğunun farkında olan Lucas ise hediyesini geri çevirmekle beraber Klara’nın iç dünyasını öğrenmeye çalışır; fakat başarısız olur. Kıskançlığı tepesine vuran Klara ise günün sonunda bir öğretmene gördüğü uygunsuz resminde etkisiyle Lucas’ın genital organına gördüğünü ve onu sevmediğini söyler. Hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen Klara’nın söylediklerine inanmaya başlayan halk zamanla Lucas’a karşı agresif tavır sergilemeye başlar ve böylece Lucas’ın sonunda harika gittiğini düşündüğü hayatı ufacık bir yalanla alt üst olur.
Lucas karakteriyle yalan çocuk tacizi suçlamalarına bambaşka bir açıdan bakmamazı sağlayan “Onur Savaşı”, açıkçası Pop’un Kralı Michael Jackson’ın başına gelenleri tam anlamıyla seyirciye anlatmış. Başta anaokulundaki çocuklar olmak üzere herkes tarafından sevilen Lucas’ın ufacık bir yalanla büyüyen olaylar çerçevesinde yok olan hayatı gerçekten ibretlik. Büyük öğrenciler tarafından zorla gösterilen uygunsuz bir fotoğrafa maruz kalan Klara’nın bilinçsiz bir şekilde söylediği yalanının bu derece sonuçlar açmasının getirdiği korkunç durum ise karakterle empati kurulduğunda rahatça anlaşılıyor. Kanıt bulunmamasına; hatta mahkemece suçsuz bulunmasına rağmen başta dostu ve Klara’nın babası Theo olmak üzere herkesi bir anda karşısında bulan Lucas’ın tüm çabalarına rağmen suçsuz olduğunu kimseye inandıramaması filmde o kadar güzel işlenmiş ki, izlerken Lucas’a kötü davranan tüm insanlardan fazlasıyla nefret ediyorsunuz. Buna ek olarak işinden atıldıktan sonra çalışanlar tarafından marketten alışveriş yaptığı için dövülen Lucas’ın sadece birkaç arkadaşı ve oğlu sayesinde ayakta kalma çabası da filmde güzel işlenen detaylardan. Her şeyin oldukça gerçekçi bir şekilde ekrana yansıtıldığı filmin seyirci üzerinde yarattığı şüphe de bir o kadar etkileyici. Lucas’ın suçsuz olduğunu bilmemize rağmen bize zamanla “Acaba Lucas gerçekten suçlu mu?” sorusunu sorduran film, bizi Lucas’a inanmadığı için sinir olduğumuz karakterlerle bir nevi ortak ediyor. Hatta bu durum Klara’nın ebeveynlerine gerçek olmayan şeyleri söylediğini itiraf etmesine rağmen annesinin Klara’yı doğru söylediğine dair inandırdığı sahneyle oldukça güzel açıklandığını düşünüyorum.

Başında sonuna kadar gözününüzü bir an bile ayırmadan izleyeceğiniz filmin en güzel yanlarından biri insanların önemli sorunlar karşısında mantıktan çok duygularına göre hareket ettiğini göstermesi. Çocuklarına her şeyden çok seven ve şiddetten kaçan ebeveynlerin böyle bir durum karşısında şiddete başvurmaktan kaçınmadığını gördüğümüzde filmde yönetmen Vinterberg, karakterlerin tepkileri arasındaki uçurumu seyirciye gösterirken aynı zamanda yukarıda da bahsettiğim gibi “Eğer Theo’nun pozisyonunda olsaydık bizim tepkimizin derecesi ne kadar şiddetli olurdu?” sorusunu da gündeme getiriyor. Öte yandan, Lucas’ın Noel gecesi kiliseye geldiği sahneyle dinin “birleştirici” özelliğini vurguladığını düşündüğüm filmde Theo’nun Lucas’ın suçsuz olduğunu anladığı sahneyi ise pek etkili bulmadığımı belirtmek isterim. Mahkeme sonucuna rağmen Lucas’a inanmayan Theo’nun bir gün Lucas’ı dayak yemiş bir halde görmesiyle kararını değiştirmesi biraz eksik kalmış gibi. Ayrıca, filmin diğer insanların Lucas’ı tekrar aralarına kabul ettiği 1 yıllık zaman dilimi gibi fazlasıyla önemli bir şeyi göstermemesini de eksik bulduğumu da belirtmeden geçemeyeceğim. Yine de son sahneyle karakterin hayatında her şey normale dönmüş gibi gözükse de aslında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını başarılı bir şekilde gösteren Vinterbeg, cevapsız bıraktığı sorulara rağmen durumu kurtarıyor.
Lucas ve oğlu Marcus (Lasse Fogelstrøm) ile baba oğul ilişkisine de değinen filmin bahsedilmesi gereken detaylarından birinin de filmin ismi olduğunu düşünüyorum; çünkü ülkemizde “Onur Savaşı” olarak çevrilen isminin gerçek anlamı aslında “av”. Buradan da çıkarabileceği gibi Vinterberg, seyirciye suçlamadan sonra Lucas’ın aynı avladığı geyikler gibi bir ava dönüştüğünü belirtiyor. Mads Mikkelsen’ın güçlü performansıyla öne çıkan “Onur Savaşı”nda aslında tüm oyuncular oldukça başarılı performanslar sergilemişler, ama tabii Mikkelsen’ın performansı filmi bambaşka bir yere taşıyor. Öte yandan, güz yapraklarının renklerini andıran kırmızı ve sarının pastel tonlarının ağırlıkta olduğu görüntü yönetimiyle aynı bir tabloyu andıran film, seyirciye görsel açıdan çok kaliteli anlar sunuyor. Ayrıca, müziğin sadece gerekli zamanlarda kullanıldığı filmde Nikolaj Egelund’un besteleri de bir o kadar başarılı.

Sonuç olarak sahte çocuk tacizi suçu yüzünden hayatı yerle bir olan bir anaokulu öğretmenini etkileyici bir şekilde beyaz perdeye taşıyan “Jagten / The Hunt / Onur Savaşı”, Pop’un Kralı Michael Jackson’ın başına gelenlere ışık tutar nitelikte. Ufak tefek senaryo eksikliklerine rağmen gerçekçi anlatımı ve önemli konusuyla 2012’nin en iyi filmlerinden biri olan filmde özellikle Mads Mikkelsen’ın performansı ve görüntü yönetimi ise fazlasıyla başarılı.
Cannes Film Festivali Ödülleri
- En İyi Erkek Oyuncu: Mads Mikkelsen
- Ekümenikal Jüri Ödülü: Thomas Vinterberg
- Vulcain Teknik Başarı Ödülü: Charlotte Bruus Christensen (görüntü yönetimi)
Cannes Film Festivali Adaylıkları
- Altın Palmiye: Thomas Vinterberg
Yönetmen: Thomas Vinterberg
Senaryo: Tobias Lindholm, Thomas Vinterberg
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Thomas Bo Larsen, Annika Wedderkopp, Alexandra Rapaport, Lasse Fogelstrøm
Orijinal Müzik: Nikolaj Egelund
Süre: 115 dk.
Ülke: Danimarka
NOT: A-
Yorumlar