foxcatcher-filmdoktoruOscar sezonuna girdiğimiz şu zamanlarda Oscar’a aday olan son ağır topları da izleme şansı bulmaya başladık. Bunlardan bir tanesinin Cannes Film Festivali’nde yarışması ve de yönetmen dalında ödül alması nedeniyle farklı bir önem taşıyor. Bu film ödülü sonuna kadar hak ettiğini gördüğümüz yönetmen Bennett Miller’ın yeni filmi “Foxcatcher / Foxcatcher Takımı”ndan başkası değil.

Güreşte olimpiyat şampiyonu olmuş Schultz kardeşlerin John du Pont tarafından Foxcatcher malikanesine çağrılmasıyla başlayan ilişkilerini konu alan  “Foxcatcher Takımı”, Miller’ın yılın en iyi yönetimlerinden birini gerçekleştirdiği, oyuncu kadrosu performanslarıyla büyüleyen bir film olarak karşımıza çıkıyor. Üst metninde güreş sporunun Amerika’daki ilerleyişine tanıklık etsek de alt metninde sporcu olmanın ne demek olduğunu Schultz kardeşlerin psikolojisi üzerinden anlatan filmde John du Pont’ın sorunlu kişiliğine de yakından bakma şansı buluyoruz. Cannes’da aldığı ödülün yanı sıra yönetmen, erkek oyuncu, yardımcı erkek oyuncu ve senaryo olmak üzere toplamda 5 dalda Oscar’a aday olan filmde özellikle Steve Carrell ve Channing Tatum performanslarıyla kendine hayran bırakıyor.

John du Pont
John du Pont

Devlet tarafından gerektiği kadar destek göremeyen olimpiyat şampiyonu Mark Schultz (Channing Tatum), ağabeyi David’in (Mark Ruffalo) gölgesinde kaldığını hissetmesiyle ciddi bir depresyon içindedir. İşte tam bu sırada Amerika’nın en zengin ailelerinden biri olan du Pont’ların oğlu John du Pont (Steve Carell) tarafından sponsor teklifi Mark için bir nevi kurtuluş oluyor. Foxcatcher takımının bir üyesi olarak hak ettiği değeri artık görebileceğini düşünerek tek dostu ve ailesi olan David’le ilişkisini kesen Mark’ın John’da zaman geçtikçe fark ettiği ilginçlikler ise beklentilerini tam anlamıyla karşılayamaz. John’un Mark’a erişebilmek için son umut olarak ağabeyi David’i de çiftliğe çağırmasıyla olayların daha da ilginç bir hal aldığı filmde karakterlerin her şeyin madalyadan ibaret olmadığını anlaması çok farklı yollarla gerçekleşecektir.

İlk yarısındaki ağır tempoya rağmen Benneth Miller’ın itinayla yöneterek kendine hayran bıraktığı gerçek hayat hikayesi “Foxcatcher Takımı”nın alt metninde ele aldığı karakter psikolojileri filmin bel kemiği niteliğinde. Amerika’nın olimpiyatlara verdiği önemin zamanla nasıl geliştiğine tanıklık ettiğimiz filmde aslında her şey Mark Schultz’un tutkularının hırsıyla olan savaşı üzerine kurulu. Hak ettiği değeri ne devlet ne de çevresi tarafından görmediğini düşünen Schultz’un John du Pont’la tanışması onun için kaçırılmayacak bir fırsat oluyor. John’un akıl sağlığından habersiz olarak -ki seyirci olarak bizde aydınlatılmıyoruz- her şeyi kabul eden Mark’ın zamanla John’da fark ettiği tutarsızlıklar ilişkinin ne yönde ilerleyeceğinin sinyallerini az çok veriyor. John’daki bu tutarsızlıkları özellikle Mark’ın du Pont’ların malikanesine taşındığı zaman ve Foxcatcher Güreş Takımı’nın zafer partisinde sergilediği saçma davranışlarda fark etmek mümkün ki zaten çok geçmeden ikilinin araları açılmaya başlıyor. Yönetmen Miller “Moneyball / Kazanma Sanatı”nda (2011) olduğu gibi iki ana karakteri arasındaki ilişkide hiçbir boşluk bırakmamak adına ağır temposunu özellikle ilk yarı korumayı tercih ederek filme gizemli bir hava katmayı başarmış.

John ve David (Mark Ruffalo)
John ve David (Mark Ruffalo)

John du Pont’ı tanıdıkça işin gerçek yüzünü görmeye başladığımız filmde Miller’ın muhteşem filmi “Capote”ta (2005) da olduğu gibi gerçek bir karakter trajedisine tanıklık ediyoruz. İkinci yarıyla beraber ibrenin bir anda Mark’tan John’a döndüğü filmde karakterin psikolojik durumunu fark ettikçe karaktere üzülmemek elde değil. Kendini kuş bilimcisi, hayırsever, güreş şampiyonu, pul koleksiyoncusu gibi bir sürü sıfatlarla tanıtarak özellikle ilk yarıda megaloman bir tablo çizen karakterin zamanla az da olsa fark edilen mental bozukluğu filmin havasını tamamen değiştiriyor. 40’larında olan John’un sırf annesini etkilemek uğruna çabaladığını ve buna rağmen hala annesine yaranamadığını gördüğümüz sahnede karaktere acımamak elde değil. Filmde aslında karakterin şizofren olduğu açıkça belirtilmediğini söylemek gerek. Bu da doğal olarak seyircinin aynı John’a yakın karakterler (Mark ve David) gibi kararsız kalmasını sağlıyor. Yani filmi izlerken karakterin tutarsızlıklarını fark etmemize rağmen onu normal bir birey gibi kabul edip izliyoruz. Buna rağmen aynı bir Antik Yunan Tragedyası kıvamında ilerleyen filmde John’un yıkımı ise şok edici bir sahneyle seyircinin yüzüne vuruluyor. Hayatta tek isteği sevilmek ve bir arkadaş edinebilmek olan karakterin hazin sonu gerçekten etkileyici.

Mark’la John’un yanında Mark’la David arasındaki ilişkiye de değinen Miller, iki kardeş arasındaki güçlü bağın ne olursa olsun kopmadığını göstererek ailevi temalara da el atmayı ihmal etmemiş tabii. Aralarında yaşanan tatsız olaylara rağmen John’un Mark’ı ne kadar sevdiğini hazırlattığı videolardan ve maçlarda her zaman Mark’ın arkasında olmak istemesinden belli edildiği filmde karakterin Mark’la David arasındaki ilişkiyi kıskanması da çok gecikmiyor. Bunları yaparken zaman kavramından yoksun bırakılmak ise belki de filmin en büyük eksiği. Karakterler arasında gerçekleşen şeylerin bir iki haftada gerçekleşmiş izlenimi verdiği filmde olayların arasında geçen büyük zaman farkı var. Özellikle olimpiyatlar ve filmin finalinde yaşananlar arasında çok fazla. Bu yüzden zaman zaman filmdeki olayların nasıl bu noktaya geldiğini anlamakta güçlü çektiğimi belirtmek isterim.

Soluk görüntü yönetiminin zaman zaman adeta bir tabloyu andırdığı filmde övgüyü hak eden bir diğer şey ise kuşkusuz oyuncu performansları. “Bruce Almighty / Aman Tanrım!”la (2003) tanıyıp pek beğenmediğim, ardından “The Office” (2005-2013) dizisiyle çok sevdiğim Steve Carell’ın açıkçası böyle bir Oscar’lık performans sergileyeceğine inanmıyordum. İncelediği kuşlara benzeyen John du Pont’ı harikulade bir şekilde beyaz perdeye yansıtan Carell’ın karakterin tutarsız tavırlarını komedi yeteneğiyle birleştirerek yılın en renkli ve hatırlanır performanslarından birini ortaya koyuyor. Öte yandan, kariyerinde inanılmaz yerlere gelmeye başlayan Channing Tatum ilk gerçek performanslarından birini sergileyerek aynı derecede Oscar adaylığı hak eden bir performansla sonunda kendini kanıtlıyor. Özellikle güreş sahnelerinde ve yenildiği maçın ardından kendiyle hesaplaştığı sahnelerde parladığını söyleyebilirim. Mark Ruffalo ise vücut diliyle karakterine güreşçi duruşu vermeyi başararak aşırıya kaçmayarak samimi ve sıcak performansıyla övgüyü hak ediyor. Bu arada oyunculara uygulanan harika makyajın da hakkını vermek gerek.

foxcatcher-filmdoktoru1
Mark Schultz (Channing Tatum) ve John du Pont (Steve Carell)

Özetlemek gerekirse; Bennett Miller’ın itinayla yönettiği her karesinden belli olan “Foxcatcher / Foxcatcher Takımı”, alışagelmiş spor filmlerinin aksine daha çok karakter psikolojileri üzerine odaklanan ağır bir film olmasının yanında yılın da en iyi yapımlarından biri. Özellikle pastel görüntü yönetimi ve kaliteli makyaj tasarımlarıyla öne çıkan filmde asıl kendine hayran bırakan isimler ise Oscar adaylığı hak eden performanslarıyla Steve Carell, Channing Tatum ve Mark Ruffalo.

Oscar Adaylıkları

  • En İyi Yönetmen
  • En İyi Erkek Oyuncu
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
  • En İyi Özgün Senaryo
  • En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı

Yönetmen: Bennett Miller
Senaryo: E. Max Frye, Dan Futterman
Oyuncular: Steve Carell, Channing Tatum, Mark Ruffalo
Orijinal Müzik: Rob Simonsen
Görüntü Yönetimi: Greig Fraser
Kurgu: Jay Cassidy, Stuart Levy, Conor O’Neill
Süre: 129 dk.
Ülke: ABD

NOT: B+

Yorumlar

Loading Facebook Comments ...