Cicero, adil olmayan bir dünyada adaleti aramanın yanlış olduğunu, hayatta kalabilmek için insanoğlunun kendi adaletini yaratması gerektiğini söyler. Ekmek çaldığı için 19 yıl kürek mahkumiyetine çarptırılmış Jean Valjean’la Victor Hugo, adil olmayan bu dünyada kendi çaplarında adaleti arayan sefilleri yani biz insanları destansı bir biçimde okuyucuya sunuyor. Edebiyat tarihinin en değerli yapıtlarından biri olan “Les Miserables / Sefiller”, sadece ele aldığı toplumsal sorunlarla değil aynı zamanda hikaye örgüsüyle okuyucuya Fransız Devrimi’ni yaşatmayı başararak hem tarihi hem de felsefi bir başyapıt niteliğinde. Karakterlerin tohumlarının olabildiğince derinlere ekilerek birbirinden güçlü ve ikonik karakterlere imza atan Hugo’nun 1893’le başlayan devrim yıllarının toplum üzerindeki yıkıcı etkisini kaleme alışı fazlasıyla çarpıcı ve sürükleyici. Uzunluğuna rağmen tek bir cümlesini bile kaçırmadan okuduğunuz eserde karakterlerle beraber eşsiz bir insan yolculuğuna çıkıyorsunuz.

Hugo’nun “devrim”in ne olduğunun altını çizdiği kitabın odak noktasında Fransız Devrimi’nden en fazla etkilenen halk bulunuyor. İnsanlığın monarşiden cumhuriyete doğru evriminde Robespierre gibi insanların gitgide nasıl canavarlaştığını okuduğumuz eserde insan olmanın aslında ne demek olduğu sorgulanıyor. Özgürlük için suçsuz binlerce insanın giyotin sehpasında hayatından olduğu yıllarda bir o kadar insanın da adaletsiz bir şekilde yargılanarak mahkum edilmesiyle sefilleşen insanoğlu, ailesine bakabilmek için ekmek çalan bir insanı 19 yıl kürek hapsine mahkum edilen sefil Jean Valjean’lar yaratıyor. İyi bir insanın zorla şeytanlaştırıldığı bu katı yasaları eleştiren Hugo, bir nevi Shelley’nin “Frankenstein” karakterini bu sefer gerçek bir insanın vücuduna yerleştiriyor. Adaleti bulamadığı için kendi adaletini kendi yazan Valjean’ın kaçarak bir rahibin evine sığınması, “Leviathan” tarafından suça itilen karakterin ihtiyacı olmamasına rağmen şamdanları çalması karakterin sefil ruh haline tam anlamıyla okucuya hissettiriyor. Her şeye rağmen rahibin Valjean’ı bağışlayıp şamdanları hediye ederek polisin elinden kurtarmasıyla vicdanıyla hesaplaşan Valjean’ın geçmişini silerek iyilik timsali Mösyö Madeleine’e dönüşmesi o kadar etkileyici bir şekilde verilmiş ki yazara hayran kalıyorsunuz.

Hugo, okuyucuyu daha sonra Robespierre’in ölmesiyle beraber yükselişe geçen devrimin Napoleon tarafından şahlanmasının ardından imparatorluğa dönen sistemle beraber 1815’de Waterloo’da son bulan ilk devrimin sonlarına götürüyor. Valjean’ın zekasını kullanıp zengin olmasıyla tüm kasabaya yardım eden biri haline geldiği bu zamanlarda Waterloo’nun etkisinin insanlar üzerinde ne kadar kötü olduğunu görüyoruz. Bunu da Fantine karakteriyle içimize işliyor. Güzelliğine rağmen talihsiz bir şekilde hamile kalan ve kızı yüzünden işinden olan karakterin toplum tarafından nasıl sefilleştirildiğine bu sefer farklı bir açıdan okuma şansı buluyoruz. Küçük kızına bakabilmek uğruna onu kötü insanlara terk etmek zorunda kalan hatta ön dişlerini satmaktan vücudunu satmaya kadar her şeyi yapmak zorunda bırakılan sefil Fantine’in yaşadıkları yürek burkuyor. Peki, Fantine dahil olmak üzere herkese yardım etmek için hayatını bile vermeye hazır olan Valjean’ın hayatını mahveden Javert’e ne demeli?

Kürek mahkumu bir baba ile mahkum bir kadın tarafından dünyaya gelmiş iyi ile kötüyü üstünkörü bir şekilde kendine amaç edinerek polis olan Javert’in itildiği konumla iyiyle kötünün ne demek olduğunun alegorisini yapıyor Hugo. Babasına olan öfkesi sebebiyle kürek mahkumu Jean Valjean’ı adalete teslim etmeyi kendine amaç edinmiş Javert’in babasıyla olan hesaplaşması kitabın sonuna kadar devam ediyor. İnsanların iyi ya da kötü olarak doğmadığını, toplum faktörü tarafından kötü haline gelebileceğini kavrayamayan Javert’in yaşadıkları doğrultusunda giriştiği kendi iç hesaplaşması Jean Valjean’ınkiyle neredeyse aynı. Bir paranın iki yüzünü andıran bu karakterlerle ikonik bir kedi fare oyununa imza atan Hugo’nun karakterlerin psikanalizlerini bu kadar iyi bir şekilde işlemesi hayranlık uyandırıcı.

Tüm bu yaşananlarda yazarın dikkat çekmek istediği bir diğer zaman dilimi ise 1830’lu yıllar yani 2. Devrim sonrası. X. Charles’ın yerine Orleans Dük’ü Louis Philippe’in tahda geçmesiyle hareketlenen halkın 3. Yani son devrime yol açan hazırlıklarının başlarını okuma şansı bulduğumuz eserde bu sefer Marius karakteriyle tanışıyoruz. Jean Valjean’ın Fantine’in kızı Cosette’i şeytani Thenardier’lerden kurtarmasının ardından yıllar geçmiştir. Marius ise toplumdaki yerini bulmaya çalışırken Cosette’i görüp aşkla tanışan devrimci bir gençtir. Cumhuriyetçilerle monarşi yanlılarının kavgalı olduğu bu yılların başka bir kurbanı olan Marius, sırf babası cumhuriyetçi diye babasıyla görüştürülmesi engellenmiş bir ailede büyümüş bir karakter. Dedesi tarafından aşırı sevilse de babası ve politik duruşu sebebiyle hor görülmüş karakterin kendini kanıtlama çabasını hep çirkin olduğunu söylenen Cosette’te de görmek mümkün. Jean Valjean’ın hayatının merkezine Cosette’i koymasıyla yaşamaya devam etmesi, Cosette’i ondan çaldığını düşünen Marius’a olan öfkesi ise Hugo’nun karakteri en büyük sınavı olarak göze çarpıyor.

Bir roman olmanın çok ötesinde olan “Sefiller”, karakterleri ve olay örgüsüyle eşi benzeri bulunmayan bir başyapıt. Hugo’nun yazarken devleştiği, devleşirken tarih dersi verdiği, tarih dersi verirken insan olmanın ne demek olduğuna dair felsefi dokunuşlar yaptığı tarihe yön vermiş gelmiş geçmiş en iyi eserlerden biri olmakla beraber harika bir deneyim.

Yorumlar

Loading Facebook Comments ...