Uzunluğuna rağmen tek bir cümlesinin bile fazla hissedilmediği Lev Tolstoy’un ölümsüz eseri “Anna Karenina”, efsanevi yazarın toplumsal olayları ve birey duygularını olağanüstü tasvir yeteneğiyle anlatarak adeta şov yaptığı bir başyapıt niteliğinde. Ataerkil toplumların kadınları nasıl mağdur ettiğini tüm acımasızlığıyla okuyucuya sunan Tolstoy aslında bizlere tam anlamıyla bir trajedi sunuyor. Kadınlara eğitim bile verilmemesini savunan zamanının Rus aristokratlarının kadınları adeta bir figür olarak gördüğü kitapta Tolstoy zamanının ötesinde bir karakterle tüm genellemeleri yıkarak sadece toplumu eleştirmekle kalmıyor aynı zamanda yenilikçi düşünceleriyle bir reforma imza atıyor. Toplumun empoze etmesiyle gerçekleştirilen aşksız evliliklerin zamanla nasıl çatırdağını gözler önüne seren kitapta erkeklerin itibarlarını zedelememek uğruna dine karşı gelmemek adı altında etik olmayan neredeyse her şeyi kabul ederek hem kendilerini hem de eşlerini nasıl mağdur ettiklerini okuma şansı buluyoruz. Hayatlarını yaşamayan karakterlerin nasıl yıkıcı tercihler yapabildiğini bizlere gösteren Tolstoy, okuyucuya sunduğu bir diğer aşk hikayesiyle evliliklerin aşkla olduğu takdirde bireylerin birbirlerine nasıl değer kattıklarının altını çiziyor. Levin ve Anna’nın madalyonun iki farklı yüzünü oluşturduğu kitabı okurken açıkçası Tolstoy’un karakter geçişlerine hayran kaldığımı belirtmeliyim. Filmlerde olduğu gibi aynı plan sekansı andıran geçişlerle hikayeyi bütün halinde götüren efsanevi yazarın neden gelmiş geçmiş en iyi yazara olarak kabul edildiğini bir kez daha gördüm. İlk defa bir romanda bilinç akışı anlatım yöntemini kullanarak karakterin kafasında neler geçtiğini tüm ayrıntılarıyla bize anlatan Tolstoy’un edebiyatı nasıl değiştirdiğine yedinci bölümde tanıklık ediyorsunuz. Tüm yanlışlarına rağmen aslında Anna Karenina’nın yaşadığı dram bir yandan içinizi acıtırken diğer yandan karakterin yaptığı yanlış tercihleriyle mağdur olmakta ısrar etmesine sinir oluyorsunuz. Öte yandan, Levin toplumun onun hakkında ne düşündüğünü umursamadan ideallerine bağlı kalması ve mağdur olmamayı tercih etmesi iki karakter arasındaki en önemli farkı oluşturuyor.
Aile, birey, kıskançlık, sadakat, sevgi, tutku, ölüm ve yaşam gibi kavramları derinlemesine anlatan kitabın kuşkusuz odak noktasına aldığı inanç teması ise yeni bir paragrafı hak ediyor. Din kavramının toplumların tüm kesimini nasıl avucunun içine aldığını tüm gerçekliğiyle anlatan “Anna Karenina”da Levin’in dinin amacını sorgulamaya başladığı son bölüm gerçekten takdire şayan. İyi birey olmanın dinle alakası olmadığını, tüm dinlerin bunun üzerine kurulu olduğu halde toplumlar tarafından nasıl dezenformasyona uğradığını anlatan Tolstoy’un finali iyi bir insan olmayı hayatın temeline yerleştirdiği finali oldukça etkileyici. Buna ek olarak Tolstoy’un iyilik barındırdığı söylenen kutsal kitapların içinde bulunan şiddet temalarını ortaya çıkarması da zamanının çok ötesinde.
“Anna Karenina” gerçekten bambaşka bir deneyim. Keşke hiç bitmeseydi dediğim kitaplardan biri ve bende artık bambaşka yere sahip. Uzunluğuna rağmen kaldığım yerden sayfayı açtığımda okuduklarımın hepsini hatırladığımı tek kitap. Edebiyatın zirve noktası varsa sanırım işte burası.
Yorumlar