2013 filmleri listesini bitirmeye yakın ilk 10’un sabit bir şekilde kalacağına o kadar emindim ki, kalan birkaç filmi sadece izleyip geçmeyi düşünüyordum. Kalan filmleri izlerken bu düşüncemin çok da yanlış olmadığını görmedim değil, ta ki uzun süredir listemde bekleyen Japon filmi “Soshite Chichi Ni Naru”yu izleyene kadar.
Duygusal yapısıyla her izleyici avucunun içine alabilecek özelliğe sahip olan “Soshite Chichi Ni Naru / Like Father, Like Son / Benim Babam, Benim Oğlum”u Cannes Film Festivali’nde aldığı Jüri Ödülü’yle fark etmiştim. Ve açıkçası karşıma bu kadar iyi bir yapımın çıkacağını hiç ama hiç tahmin etmiyordum. Yıllar önce doğumda çocukları karışmış iki ailenin yıllar sonar gelen gecikmiş uyarı yüzünden bir araya geldikleri filmde iki ailenin kendi çocuklarına alışma süreci o kadar içten bir şekilde anlatılıyor ki bir süre karakterlerle bütünleşiyorsunuz. Çocuk oyuncuların yine oldukça başarılı olduğu filmde baş roldeki Masaharu Fukuyama, performansı ve karizmasıyla filmi apayrı bir yere taşımakta. Bu arada filmin Cannes Film Festivali dışında Asya Pasifik gibi diğer önemli festivallerde de önemli ödülleri bulunuyor.

Standartların üzerinde güzel ve rahat bir hayat yaşayan tek çocuklu Nonomiya ailesi hastaneden aldığı bir telefonla hayatlarının şokunu yaşarlar. Altı yıl önce bebeklerinin karıştığını ve altı yıldır başkasının çocuğunu büyüttüğünü öğrenen çift tabii ki bu konuda yalnız değildir. Nonomiya ailesine nazaran düşük gelirli üç çocuklu Saiki ailesi de onlar gibi şok içindedir. İşin daha da kötüsü bu durumun kıskanç bir hasta bakıcı yüzünden meydana gelmiş olmasıdır ve iş içten geçmiştir. Çocukları alıştırmak adına evlerinde sırayla misafir eden aileler bir süre sonar aslında durumun bu kadar kolay olamadığını anlamaya başlar. Bu noktadan itibaren ailelerin cevap vermesi gereken tek bir soru vardır o da: Birlikte geçirilen zaman mı yoksa DNA veya dış benzerlik mi bir bireyi aileye ait yapar?
Gerçek hayatta yaşanmış bir olayı konu alan “Benim Babam, Benim Oğlum”, baba-oğul ilişkisini iki farklı jenerasyon üzerinden anlatarak aile temasının köklerine inmeyi başarıyor. Oğlu Nubuko’yu aynı kendi babası onu nasıl yetiştirmişse öyle yetiştiren Ryota, babası gibi işleri yüzünden ailesine vakit ayıramayan ve bunun yanlış olduğunu düşünmeyen bir babadır. Kendi babasıyla bu yüzden uzak ve mesafeli bir ilişkisi olan Ryota’nın bu konuda düşünmesi ise başına gelen talihsiz olayla başlar. Çünkü aslında kendi oğlu olan Ryusei’ye babalık eden Yudai Saiki tam tersine ailesine vakit ayırmayı en önemli önceliği olarak gören bir baba figürüdür. Çocukları karşılıklı misafir etme seanslarında bunun eksikliğini derinden hissetmeye başlayan Ryota’nın oğluyla olan kopuk ilişki zaten filmin sonlarına doğru kendini gösteriyor. Buna en güzel örnek ise Nubuko’nun aslında öz babası olan Yudai’nin samimi ve sevecen tavrına rahatlıkla alışırken Ryusei’nin Ryota’nın soğuk ve sert karakterini benimseyememesi.
Filmde karakterlerin karşılıklı öğrendikleri en önemli ders ise üçüncü paragrafta bahsettiğim sorunun cevabında yatıyor. Çocukların ne kadar çok zaman geçirirse geçirsin öz ailesi olarak benimsedikleri bireyleri özlemeleri belki daha saf bir nedene bağlı olabilir, fakat yönetmenin bu durumu sadece çocuklarda bırakmayıp aile bireylerine de dökmesi bu soruya açık kapı bırakmamış. Nubuko’nun fotoğraf çekme veya piyano çalma isteğini Ryusei’de göremeyen Ryota’nın zamanla Nubuko’yla geçirdiği zamanın önemini anlaması gerçekten çok duygusal bir şekilde ekrana yansıtılırken aynı şekilde Yudai’nin de kendi çocuğu gibi büyüttüğü Ryusei’i özlemesi tabii ki gözden kaçmıyor. Bu arada, bu sorunun en önemli kurbanlarının anne karakterleri olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Özellikle Ryota’nın karısının gerçek oğlu olmadığını anlayamadığı için kendini suçlaması bir süre sonar yürek burkuyor.
Yönetmen ve senarist Hirokazu Koreeda’nın izleyiciyi Japon kültürüne biraz daha ortak ettiği filmde aktörlerin payı elbette fazla. Başta Masaharu Fukuyama ve Rirî Furankî olmak üzere herkesin başarılı performanslar sergilediği filmde çocuk oyuncuların performansları da ilgiyi hak ediyor. Zaten Nubuko karakterine hayat veren Jun Fubuki’yi görüp de tatlılığını kabul etmeyecek kimsenin olduğuna inanmıyorum. Buna ek olarak Koreeda’nın filmin orijinal müzik yerine klasik müziğe yermesi filmi daha üst seviyelere taşıyor. Bach ve Beethoven bestelerinin kullanılacağı zamanı tam anlamıyla bildiğini ispat eden yönetmen, sahnelere istediği derinliği katabilmeyi başarıyor. Ve yılın en güçlü finallerinden birine imza atıyor.

Özetle çocuklarının doğumda karıştığını öğrenen iki ailenin dramını çocukların gözünden duygusal bir şekilde anlatan “Soshite Chichi Ni Naru / Like Father, Like Son / Benim Babam, Benim Oğlum”, yılın en iyi filmlerinden biri. Sevilesi karakterleri ve dramatik alt yapısıyla yüreğinize işleyecek filmde oyuncuların performansları da oldukça başarılı. Bunların yanında dahi Johann Sebastian ve Ludwig van’ın mükemmel bestelerini de unutmamak lazım tabii.
Cannes Film Festivali Ödülleri
- Jüri Ödülü
Cannes Film Festivali Adaylıkları
- Altın Palmiye
- Prize of the Ecumenical Jury – Special Mention
Yönetmen: Hirokazu Koreeda
Senaryo: Hirokazu Koreeda
Oyuncular: Masaharu Fukuyama, Machiko Ono, Yôko Maki
Görüntü Yönetimi: Mikiya Takimoto
Kurgu: Hirokazu Koreeda
Süre: 121 dk.
Ülke: Japonya
NOT: A-
Yorumlar