Ve geldik En İyi Film dalındaki son adaya. Ödül sezonunu özellikle son zamanlarında adında fazlasıyla konuşturan, Altın Küre ve BAFTA adaylıklarıyla Oscar adaylığını neredeyse kesinleştiren “Philomena”, Akademi’nin her sene tercih ettiği İngiliz filmi kontenjanını oluşturuyor. Her ne kadar Oscar’larda ödüle kavuşmamış olsa da BAFTA’da uyarlama senaryo dalında aldığı ödül filmin İngiltere için önemini vurglamakta. Gerçi “Philomena”nın İngiliz Bağımsız Filmler Festivali’ndeki büyük ödülü “Metro Manila”ya kaptırdığını unutmamak lazım. Bana sorarsanız yerinde bir karar, ama bu “Philomena”nın en az onun kadar başarılı bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Steve Coogan’ın başarılı bir şekilde kaleme alarak gözleri üzerine çektiği “Philomena”, Martin Sixsmith’in “The Lost Child of Philomena Lee” kirabından uyarlanan tatlı bir film. Akademi’nin etkileneceği ve hatta etkilendiği birçok detayı ve alt metni bünyesinde barındıran filmde göze çarpan en önemli şey ise Judi Dench’in harika performansı. Yönetmen Stephen Frears’ın 2006 yılındaki harikulade filmi “The Queen / Kraliçe” kadar olmasa da yine etkileyici noktalara parmak basan filmin film, kadın oyuncui uyarlama senaryo ve orijinal müzik dallarında Oscar adaylığı bulunmakta.

Philomena Lee’nin yazar Martin Sixsmith’le beraber yıllar önce rahibeler tarafından elinden alınan çocuğunu bulma hikayesinin anlatıldığı filmde oldukça ağır dini eleştiriler bulunduğunu söylemek mümkün. Zaten film böyle olmasaydı Katolikler tarafından da bir o kadar ağır eleştirilere maruz kalmazdı herhalde. Evlilik dışı ilişki yaşadığı için ailesi tarafından kiliseye yerleştirilen Philomena, bu olay yüzünden kilise tarafından ne yazık ki hoş karşılanmıyor. Üstüne bu ilişkiden hamile kaldığını öğrenmesi ve zamanı gelince doğum yapması kilisedeki hoşnutsuzluğu maksimuma çıkarıyor. Filmin hikayesini oluşturan asıl olay ise Philomena’nın çocuğunun kilise tarafından elinden alınıp kim olduğunu bilmediği birine evlatlık olarak verilmesi. Her ne kadar kiliseye karşı öfkeli olsa da dine olan saygısından dolayı olanlara daima boyun eğen karakterin bu kötü kaderi ise devreye yazar Martin Sixsmith’in girmesiyle değişiyor. Yıllar önce elinden alınan oğlunun nerede olduğunu ve neler yaptığını kilisenin uğraşlarına rağmen bulacak olan Philomena’nın bu sırada tanıklık edeceğiniz naif yapısı bir süre sonra yüreğinize işliyor. Yazının bundan sonrasını filmi izleyen okuyucuların okumasını öneriyorum.
Filmde eleştirilen en büyük nokta kuşkusuz dinin gerektirdiği ahlaki değerleri yerine göre rahatça görmezden gelen rahibelerin dini çıkarları doğrultusunda kullanmaları. Aslında bu durum, yüzyıllardır süregelen yanlış düzenin bir diğer örneğinden başka bir şey değil. Philomena’nın oğlunun kime evlatlık verildiğini ve nereye gittiğini bilmelerine rağmen Philomena’ya hiçbir şey söylemeyen rahibelerin bu tavrı bildiğimiz bir gerçeği tekrardan yüzümüze vuruyor. Bir de bunlar yetmiyormuş gibi rahibelerin yalan söylemeleri durumu daha korkunç bir hale sokuyor. Dinin çıkarlar doğrultusunda nasıl kullanıldığını oldukça ağır bir şekilde seyirciye sunan filmde tek bir ahlaklı rahibenin bulunmaması ise doğal olarak muhafazakar kesmi kızdırmış görünüyor. Gerçi “Philomena” anlatmak istediğini sade bir dille anlatmayı başarıyor lakin filmdeki bu tavır belki bir iki ahlaklı rahibeyle hafifletilebilirdi diye düşünüyorum. Ama bu demek değil ki film bu konuda benden puan kaybediyor. Öte yandan, tüm bunlara rağmen saygısından ve inancından hiçbir şey yitirmeyen Philomena’nın finaldeki “bağışlayıcı”, ama bir o kadar da “yerin dibine sokan” tavrını da unutmamak lazım. Zira bu, filmin eleştirel yapısını körükleyen en büyük etken.
“Philomena”da dikkat çeken bir diğer detay ise Philomena’nın oğlunun eşcinsel olduğunu ve günümüzün en önemli hastalıklarından biri olan AIDS’e kurban gitmiş olması. Özellikle dini kurumlar tarafından pek hoş görülmeyen eşcinselliğin böyle bir filmde işlenmesi ise filmdeki en zeki hamlelerden biri olmuş. Rahibelerin bunca yalanın arkasındaki bir başka nedenin bu olduğunu anlamaya başladığımız filmde dinin herkesi eşit olarak gördüğü gerçeğinin bir hiç olarak görüldüğüne tanıklık ediyoruz. Filmin bu büyük insanlık ayıbına dikkat çekmesi gerçekten hoş. Öte yandan, yukarıda bahsettiğim gibi filmdeki Amerikan izleyicisini çekecek bir sürü detay bulunmakta. Örneğin filmin bir kısmının ABD’nin başkenti Washington D.C.’de geçmesi, karakterlerin Abraham Lincoln’ın anıtında saygı duruşunda bulunmaları, Philomena’nın oğlunun ABD politikasında yer edinmiş olması ve bunları gösterirken filmin Demokrat ve Cumhuriyetçi taraflarına olan göndermeleri filmin En İyi Film dalındaki Oscar adaylığını açıklar nitelikte. Bir de buna Alexandre Desplat’ın başarılı müzikleri ve Judi Dench’in Oscar adaylığı kapan tatlı performansı da eklenince filmin çekici yapısı ikiye katlanıyor.

Özetlemek gerekirse; Judi Dench’in son yıllardaki en güçlü performanslarından birini verdiği “Philomena”, Steve Coogan’ın senaristlik alanındaki başarısını ortaya koyan yılın başarılı filmlerinden biri. İçerdiği detaylarla ABD’nin dikkatini çekmeyi başaran filmde işlenen konuların evrenselliği ön plana çıkıyor. Özellikle din ile ilgili oldukça önemli konuları seyirciye hatırlatan filmin basit yapısı ise filmi daha öteye götüremiyor belki ama film tatlı yapısını göz ardı etmek mümkün değil.
Oscar Adaylıkları
- En İyi Film
- En İyi Kadın Oyuncu: Judi Dench
- En İyi Uyarlama Senaryo
- En İyi Orijinal Müzik
Yönetmen: Stephen Frears
Senaryo: Steve Coogan, Jeff Pope
Oyuncular: Judi Dench, Steve Coogan
Orijinal Müzik: Alexandre Desplat
Görüntü Yönetimi: Robbie Ryan
Kurgu: Valerio Bonelli
Prodüksiyon Tasarımı: Leslie McDonald, Sarah Stuart
Süre: 98 dk.
Ülke: Birleşik Krallık
NOT: B
Yorumlar