Gabriel Garcia Márquez’in meşhur eseri “Yüzyıllık Yalnızlık / One Hundred Years of Solitude / Cien años de soledad”, ünlü yazarın süslü dilinin büyülü gerçekçilik akımıyla harmanladığı, Latin Amerika edebiyatının o pembe diziye benzer aile hayatını okuyucuya sunduğu oldukça özgün eserlerden biri. Okurken ünlü yazarın tarzını neden sevemediğimi bir kez daha anladığım eserde Márquez, bu kitapta sıradan olaylardan başka bir şey bulunmadığını söyleyerek aslında okuyucuyu baştan uyarıyor. Diğer eserlerinden olduğu gibi olacak olayları baştan belirterek okuyucuya sürpriz unsuru bırakmayan kitabı okurken yüzyıllık yalnızlığa mahkum olmuş Buendia ailesinin başına gelenler bir nevi kendini tekrar ediyor. Karakterlerin isimlerinin gitgide daha çok birbirine benzemesi sebebiyle okurken zaman zaman yaşananları birbirine karıştırma ihtimali bulunan eserin belki de en büyük özelliği sayfalar ilerledikçe kendi kendini silmesi. Gitgide daha yalnız bir kaderin kurbanı olan Buendia ailesi bireyleriyle buharlaşarak adeta bir toz yığınına dönen sayfaların bir bakıma kitabın ruhunu yansıttığı söylenebilir. Bu açıdan bakarsak kitabın hem özgün bir anlatıma sahip olduğunu hem de yazarın yegane amacına ulaştığını belirtebiliriz. Öte yandan, hikaye süresince yaşanan olağanüstü ama sıradan olarak nitelendirilen büyülü gerçekçilik akımıyla karakter gelişiminin ve ana fikrin gölgede kaldığını düşünüyorum. Bir yerden sonra neyin gerçek neyin mecazi olduğuna emin olamadığınız eserde doğal olarak karakter psikolojisinden söz etmek mümkün değil. Olayların bile kendi içinde bir rüyadan ibaret olduğunu düşünmeye iten kitapta okuduklarınızdan emin olmadığınız takdirde zaten karakterlere bağlanmak ve olayları ciddiye almak gittikçe zorlaşıyor. Tolstoy’un karakterin beyninde geçenleri mükemmel bir şekilde yansıttığı eserleriyle kıyaslandığından özellikle Marquez, bana göre gerçekten çok geride kalıyor.

Yorumlar

Loading Facebook Comments ...