“Önyargılarla dolu bir insan olmaktansa, pardokslarla dolu bir insan olmayı tercih ederim.” diyerek aslında hayatını özetleyen Jean-Jacques Rousseau’nun hayatını anlatan Leo Damrosh’un aynı adlı eseri ünlü filozofun yaşadıklarıyla davranışlarını psikolojik açıdan birbirlerine bağlayarak Rousseau’nun “İtiraflar”ının izinden giden okuduğum en net ve en akıcı biyografilerden biri. Annesinin doğumda ölmesi üzerine başta babası olmak üzere annesinin ölümünden sorumlu tutularak büyüyen Rousseau’nun hayatı aslında oldukça üzücü. Babasının sürülmesi üzerine yalnız başına büyüyen ünlü filozofun devamlı kendini babasına beğendirme çabası ve güçlü kadınlara karşı fazlasıyla utangaç tavır sergilemesiyle ne kadar izole bir çocukluk geçirdiğini anlıyorsunuz. Bakımını üstlenen kadınlardan dayak yemekten hoşlanan Rousseau’nun kaldığı bir misafirhanede bir siyahi adam tarafından taciz edilmesiyle cinselliğe ve homoseksüelliğe karşıt görüşler beslediğini görüyoruz. Fazlasıyla çekingen olmakla beraber babası sebebiyle insanlara güvenemeyen ve onları küçümseyen Rousseau’nun kusurluluk şemasıyla kendini topluma ait olmadığını belirtmesi, zaman zaman hırsızlık yapması ve doğan çocuklarının hepsini yetimhaneye bırakması da yazarın ruhsal durumunu az çok özetliyor.
Müziğe karşı ilgisi olmasına rağmen bir yerden sonra edebiyata yönelerek Voltaire, Diderot ve Hume gibi yazarlarla tanışma fırsatı yakalayan, başlarda harika başlayıp fakat sonlara doğru kötü bir şekilde noktalanan ilişkileri ise Rousseau’nun paranoyak tutumuna bağlı. Buna rağmen yaşadığı olayları yazılarına aktarması sebebiyle romantik edebiyatın doğumuna sebep olan Rousseau’nun “Julie” adlı ilk eseri edebiyat tarihinde oldukça büyük bir öneme sahip. İlk önemli felsefi eseri ise zamanında çıraklık yapmasının da etkisiyle ezilmesine sebebiyet veren olayları göz önünde bulundurarak Hobbes’un aksine insanın yaratılıştan kötü olmadığını; fakat toplumun onu kötüleştirdiğini iddia ettiği “Söylev”. Aslında “Söylev”le toplumun bozulmasının sebebini bilim ve sanata bağlayan Rousseau daha sonraları bu görüşünü “toplum”a çeviriyor. Uygarlığın ne kadar yıkıcı olduğunun altını çizen ilk “Söylev”den sonra odak noktasına özgürlüğe çeviren Rousseau, ikinci söylevle eşitsizlik üzerinde durmaya başlıyor ve “Toplum Sözleşmesi” başyapıtıyla dünyanın kaderini değiştiriyor. Bütün bireylerin eşit olduğunu ve egemenliğin halka ait olduğunu belirten yapıtıyla devlet yönetimi konusunda çığır açan düşünceleri okuyucuya sunan yazarın 30 sene sonra Fransız Devrimi’ni ateşlediğini belirtmek gerek. Sınıf farkı yüzünden karısıyla bir türlü evlenemeyen ve ilişkileri ortaya çıkmaması için çocuklarını yetimhaneye bırakmak zorunda kalması da eserin mimarı niteliğindeki olaylardan biri.
Fransa’dan sürülmesine neden olan “Toplum Sözleşmesi”nin yanında “Emile” adlı eserine de parantez açmakta fayda var ünlü yazarın. Locke’un eğitim ile ilgili görüşlerini bir tık ileri götürerek “bir saygı, bir utanç”tan otoriteden korkmayan bir görüşe çeken Rousseau, ezber bilgiye karşı çıkarak, Spinoza’nın andıran düşünceleriyle deizmin temellerini atıyor. Kendi çocuklarını yetimhaneye bırakmasına rağmen çocuk eğitimiyle ilgili kitap yazması tabii ki yazarın çelişkilerle dolu yapısını bir kez daha okuyucuya hatırlatıyor. İlerleyen zamanlarda pişmanlığı defalarca dilen getiren Rousseau’nun telafisi niteliğindeki “Emile”, aynı zamanda duygusal ilişkilere bağlı modern aile görüşünü ve mantıktan çok duygusal eğitim sistemini ortaya koyuyor. Ve son olarak “İtiraflar”la utanç verici anılarına kadar her şeyi kaleme olarak kim olduğunu ve insanların önce kendilerini tanımaları gerektiğini bizlere sunan ünlü filozofun modern otobiyografi türüne ön ayak ve Freud’a ilham olduğunu da unutmamak lazım. Görüşleri ve eserleriyle sadece edebiyat tarihini değil dünyanın kaderini de derinden etkileyen Rousseau’yu daha iyi anlayabilmek için kesinlikle okunması gereken bir eser.
Yorumlar