Sinemaya saygı duruşunda bulunan bir çok filmin, 2011 yılına damgasını vurduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Woody Allen, “Midnight in Paris / Paris’te Gece Yarısı” (2011)‘le sadece sinemaya değil; ayrıca edebiyat ve resim gibi diğer sanat dallarına da değinirken, “The Artist / Artist” (2011), sinemanın sessiz dönemine giderek sinemaseverlere nostaljik ve dört dörtlük bir sinema keyfi sundu. Tüm bunlar olurken bir film ise sinemanın köklerine inerek sinemaya gerçek anlamda bir saygı duruşunda bulundu. Usta yönetmen Martin Scorsese, “Hugo” ile sinemaya olan aşkını ve tutkusunu üç boyutlu bir şekilde anlatırken bir yandan da yılın en iyi aile filmlerinden birine imza attı. En İyi Film ve En İyi Yönetmen olmak üzere 11 dalda Oscar’a aday olan film, teknik dallarda 5 ödül alarak “The Artist”le beraber yılın en fazla Oscar alan filmi oldu. Brian Selznick’in “The Invention of Hugo Cabret” adlı romanından uyarlanan “Hugo”, Scorsese’ye de En İyi Yönetmen dalında Altın Küre kazandırdı.
Filmi konu olarak iki bölüm halinde incelemek mümkün. Filmin görece daha zayıf olan ilk bölümü, Paris’te tren istasyonunda yaşayan Hugo’nun babasından yadigar kalan automoton‘un (robot) içinde ne olduğu öğrenme çabasını işliyor. Daha çok genç izleyici kitlesini ve aileleri hedefleyen bu bölüm, karakterlerin geçmişleriyle yüzleşmelerini yer yer mizahi bir tonla anlatıyor ve ikinci bölüme duygusal bir zemin hazırlıyor. Filmin sinefiller için bambaşka yere sahip olmasını sağlayan ikinci bölüm ise sinemanın öncülerinden biri olan Georges Méliès’in gözünden sinemanın yaratıldığı yıllara giderek, sinemanın büyüsünü şiirsel bir şekilde seyirciye sunuyor. Scorsese’nin bu filmi neden yapmak istediğinin kanıtı gibi duran bu bölüm aynı zamanda filmin kalitesini de arttırıyor.

Scorsese’nin kalitesini gösterir nitelikteki uzun tek çekimi ile başlayan “Hugo”nun eksiği, baş karakterinin bir çocuk üzerine kurulu olması. Filmin izleyici kitlesini oldukça aşağı çeken bu etkenin film üzerine yaptığı etki ise tartışılır; fakat ilk bölümde kendini hissettiren senaryo yetersizliği istemeden de olsa filmin hızını yavaşlatıyor. Asa Butterfield ve Chloë Grace Moretz’in oldukça olgun bir performanslarına rağmen “Hugo”, ilk bölümde senaryo açısından seyirciye ilgi çekici pek bir şey sunamıyor.
İkinci bölümle beraber başlayan “Hugo”, seyirciye, özellikle de sinefillere, büyülü bir seyir sunuyor. Sinemanın doğuşunu Büyülü Fener’in icadından başlayarak anlatan Scorsese, bu bölümde adeta sinemaya olan aşkını perdeye dokuyor. Ben Kingsley’in hayat verdiği Fransız illüzyonist ve film yapımcısı Georges Méliès’in kariyerinden kesitler sunan usta yönetmen, sinemanın ne kadar büyülü bir deneyim olduğunun da altını çiziyor. Erik Satie’nin muhteşem parçası “Gnossienne No.1” eşliğinde seyirciyi Méliès’in “Le voyage dans la lune / A Trip to the Moon” (1902) gibi klasik filmlerinin yapımında yolculuğa çıkaran Scorsese, görsel efektlerin bulunmadığı o yıllarda kullanılan illüzyonları gösterek seyirciyi sinemanın büyüsüne tanık ediyor. Méliès’in film karelerini kesip yapıştırması gibi sinema tarihine öncülük eden bir çok tekniğini seyirciye sunan “Hugo”da, Méliès’in şartlar gereği film setlerini ve dekorlarını yaktığı sahne gerçekten iç burkuyor.

Dönemin ruhunu ve sinema setlerinin büyüsünü başarıyla yansıtan sanat yönetimiyle “Hugo”, teknik anlamda da yılın en başarılı filmlerinden biri. Özellikle ilk yarısında ağırlıklı olan mekanik seslerini eksiksiz şekilde seyirciye hissettiren film, dış dünya sesleri ve dialoglar arasındaki dengeyi tam anlamıyla sağlıyor. Görsel efektlerin de oldukça inandırıcı olduğu film üç boyutlu izlenmediği takdirde, bazı sahnelerin bilgisayar ortamında oluşturulduğu göze çarpıyor; fakat bu görsel efektlerin başarısız olduğu anlamına gelmemekle beraber üç boyutu tam anlamıyla seyirciye sunabildiğinin başka bir göstergesi.
Pastel tonların ağırlıklı olduğu Oscar’lı görüntü yönetimi, özellikle ilk yarıda üç boyutlu izlenmediği takdirde oldukça yapay gelebiliyor. Karakterlerin yüzlerindeki sarı ve gözlerindeki mavi tonlarının fazlalığı gibi bir çok efektin kullanılması, Méliès’in filmlerin rüyaları gerçekleştiren bir imalathane olduğu düşüncesini destekler nitelikte. Bunun dışında Scorsese, “The Avaitor / Göklerin Hakimi”nden (2004) sonra fotoğrafçı cameosu ile tekrardan izleyiciye hoş bir an yaşatıyor.

Sonuç olarak Scorsese’in en kişisel filmlerinden biri olan “Hugo”, sinemanın büyüsünü her yaştan izleyici kitlesine sunan; üç boyutun hakkını veren bir yapım. Sinemaya adeta bir saygı duruşunda bulunan zaman zaman hüzünlü ama bir o kadar mutlu bu filmi sakın kaçırmayın; çünkü Georges Méliès’in de dediği gibi: “Hayatın bana öğrettiği bir şey varsa o da şudur, mutlu sonlar sadece filmlerde olur.”
Oscar Ödülleri
- En İyi Görüntü Yönetimi
- En İyi Sanat Yönetimi
- En İyi Görsel Efekt
- En İyi Ses Kurgusu
- En İyi Ses Miksajı
Oscar Adaylıkları
- En İyi Film
- En İyi Yönetmen: Martin Scorsese
- En İyi Uyarlama Senaryo: John Logan
- En İyi Kurgu
- En İyi Kostüm
- En İyi Orijinal Müzik: Howard Shore
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: John Logan (Uyarlama), Brian Selznick (Kitap)
Oyuncular: Ben Kingsley, Sacha Baron Cohen, Christopher Lee, Asa Butterfield, Jude Law
Orijinal Müzik: Howard Shore
Süre: 126 dk.
Ülke: ABD
Yorumlar